|
||||||||||||||||||||||||||||||||
|
AURA VE ENERJİ ALANI
ARAŞTIRMALARI
Fadime ÇELİK
İnsan Enerji Alanı
ile İlgili Araştırmaların Tarihçesi
Pek çok mistik ve ruhsal gelenekler kendi zamanlarına özgü kavramlar ve
anlayışlarla insanın bir enerji alanına sahip olduğunu ifade etmiştir.
Bu enerji alanının evrenin her parçasına nüfuz etmiş bulunan
hayat enerjisinin insandaki görünümü olduğu kabul edilmiştir. Bu kadim
bilgiler bilim adamlarının son yüzyılda yapmaya başladıkları
araştırmalar ile uyum içerisindedir.
Eski Hint’teki 5000 yıldan gerilere giden kutsal metinlerde Prana adı
verilen evrensel bir enerjiden bahsedilir. Bu enerji, yaşamın temel
kaynağı olarak görülür. Prana, yani yaşam nefesi, tüm formlar için
geçerlidir ve onlara hayat verir. Yogiler bu enerjiyi nefes alıp verme
teknikleri, meditasyon ve çeşitli fizik hareketlerle birlikte şuur
düzeyini yükseltmek ve gençlik süresini artırmak için kullanırlar.
Çinliler, milattan önce 3.yüzyılda, Chi ya da ki dedikleri bir yaşamsal
enerjinin varlığını önermişlerdir. Tüm maddeler dolayısıyla canlı ve
cansız olan her şey bu evrensel enerjiden oluşur. Bu enerji iki kutupsal
güce sahiptir: Yin ve yang. Yin ve yang dengedeyse, yaşayan sistem
fiziksel sağlığa sahiptir; bir dengesizlik varsa, hastalık meydana
gelir. Bu enerjinin bedende “meridyenler” denilen çeşitli yollardan
akmakta olduğu kabul edilmiştir. Akupunktur ve akupresür gibi çeşitli
tedavi sistemleri bu meridyenlerdeki chi akışının dengelenmesi üzerine
kuruludur. Tai chi, chuan ve chi kung gibi uygulamalar chi’nin bedende
rahatça akmasını sağlamayı hedef alır. Çeşitli dövüş sanatlarında da bu
enerjinin kol ve bacaklarda yoğunlaştırılması öğretilir.
M.Ö. 6. yüzyılda ortaya çıkan mistik Yahudi felsefesi olan Kabala’da, bu
yaşamsal ilkeye nifiş denmiştir. Yumurta biçimli bir yanardöner
kabarcığın tüm insan bedenlerini sarmakta olduğu öğretilmiştir.
Stanley Krippner Yazar John White ve parapsikolog Stanley Krippner “Geleceğin Bilimi” adlı kitaplarında, auraya 97 farklı adla değinen 97 farklı kültürü sıralamışlardır. Bunlardan birkaçını sayacak olursak, eski Hindu Vedik metinleri, Teozoflar, Gülhaç Şövalyeleri, Amerikan yerlisi şifacılar, Tibetli ve Hintli Budistler, Japon Zen Budistleri vs. Bu kültürler ve pek çok ezoterik öğreti insan enerji alanını detaylı bir şekilde tarif eder. Kadim kültürlerin günümüze kadar gelen metinlerinde ileri derecede spritüel bireylerin auralarının son derece parlak olduğu, normal insanların bile bunu görebildiğine değinilir. Buda, İsa gibi spritüel varlıklar başlarında bir ışık tacı ile resmedilir.
Modern Çağ Öncesi Bilimsel Araştırmalar
M.Ö. 500 ile 19. Yüzyıl Arası
Kadim doğu öğretilerinde tanımlanan aura veya insan enerji alanı ilk kez
M.Ö. 500 yılında, Fisagorcular tarafından Batılı literatüre sokulmuştur.
İnsan bedeninin dışına taşan ışık bedenin hastalıkların tedavisi de
dahil olmak üzere, çeşitli etkiler yaptığını kabul etmekteydiler.
Paracelsus
Franz Anton
Mesmer
Orta çağ bilginlerinden Paracelsus, bu enerjiye “illiaster” adını vermiş
ve bunun yaşamsal güç ile yaşamsal maddeden oluştuğunu söylemiştir. “astral”
sözcüğünü ilk kullanan kişidir. Matematikçi
Helmont, 1800’lerde, cismi ya da somutluğu olmayan ama yaşamsal ruh ile
tüm vücutlara nüfuz eden bir maddeden bahsetmiştir. Yine matematikçi
Leibnitz, evrenin temel elementlerinin kendi öz devinimlerini içeren güç
merkezleri olduğunu söylemiştir.
1700’lerin sonları ve 1800’lerin başlarında Avusturyalı hekim Anton
Mesmer’in konu ile ilgili çalışmalar yapmış olduğunu görüyoruz. Mesmer de pek çok araştırmacı gibi tüm evreni doldurmuş bulunan hayati bir enerjinin mevcut olduğunu öne sürmüştür. Bu enerjinin bir akışkan tarzında nakledilebildiğini söylemiştir. Bu enerjinin nakledilmesiyle pek çok hastalığın tedavi edilebildiğini keşfetmiştir.
Anton Mesmer ve Çalışmaları
Tıp doktoru olan Franz Anton Mesmer, 23 Mayıs 1734’te doğmuş ve 1815’te,
seksen bir yaşında ölmüştü. Mesmer’in buluşuna verdiği isim “mesmerizm”
yani “Canlısal Manyetizma” anlamına gelir.
Paracelsus’un yazılarından etkilenen Mesmer, tez konusu olarak, o günün
tıbbi bakış açısına oldukça ters düşen ‘gezegenlerin insan bedeni
üzerindeki etkileri’ ni seçer.
Bugün, istiridye ve bazı solucan cinslerinin hayat devrelerinin ayın
evrelerine bağımlı olduğunu biliyoruz. Güneşteki lekelerin insanı
zihinsel ve psikolojik yönden etkilediğini biliyoruz. Bütün bunlar
Mesmer’in ne kadar ileri görüşlü olduğunu gösterir.
“Eğer yıldızlardan gelen bir tesir söz konusu ise o zaman bu tesir
onunla karşılıklı etkileşim içinde bulunan Dünya’da da bulunmalı” diye
düşünür.
Böylece her şeye nüfuz edebilen, canlısal manyetizma gücü için bir taşıt
gibi iş gören ve evrensel akışkan dediği bir enerji kavramını
geliştirir. Mesmer, hayvanların, bitkilerin,
suyun, taşların bile bu sihirli akışkanla yüklü olduğu
düşüncesindedir.
1774’te Mesmer, Viyana Üniversitesi profesörlerinden ve aynı zamanda
Maria Theresa’nın kraliyet astrologu olan bir Cizvit papazının
mıknatısları tedavi amacıyla kullandığını duyar. Paracelsus da iki yüz
sene önce aynı olasılığı rapor ettiği için bununla ilgilenmeye karar
verir. Papazla birlikte çalışmaya başlar. Cizvit iyileştirici etkenin
mıknatısın kendisi olduğunu düşünürken Mesmer, mıknatısın iyileştirici
güçteki akışkana aracılık eden bir alet olduğuna inanır.
Mıknatısları uzun süredir hasta
olan kişiler üzerinde dener. Hasta bölgenin üzerinde mıknatıs tutar.
Hastalıklarda kayda değer iyileşmeler elde eder. Mıknatısı hasta bölgeye
tutmaya başlamasıyla ağrıda bir artış başlar. Bunu rahatlama ve iyileşme
izler.
Daha sonraları mıknatıstan başka kağıt, ekmek, yün, ipek, deri, köpek,
insan ve her şeyin iyileştirici bir gücü kendine çekebildiğini ve onu
yayabildiğini bulgular.
Kendisinin de bir güç jeneratörü olduğunu, ellerini sorunlu bölge
üzerinden geçirmek suretiyle bazı hastaların iyileştiğini keşfeder.
Mesmer asla kendisini ruhsal bir şifacı olarak görmemiştir. Uygun bir
eğitimle herkes tarafından uygulanabilecek doğal bir fenomenle
çalıştığını kabul etmiştir.
İyileşmenin olabilmesi için zihinsel isteğin önemini fark eder. Yani
Psiko-dinamik olarak iyileştirici etkinin hastaya girmesi yoğun olarak
istenmeli ve daha da önemlisi hasta tarafından kabullenilmelidir.
Fransız Bilim Akademisi’nin Başkanı, Dr. Charles Le Roy’un ricası
üzerine yirmi yedi maddelik bir memorandum hazırlar. Canlısal manyetizma
olarak adlandırdığı gücün işleyiş prensiplerini ve özelliklerini
tanımlar.
Bu prensiplerin bazıları özetle şöyledir:
•Tüm gök cisimleri, dünya ve bütün canlı varlıklar arasında karşılıklı
uyuma dayalı bir tesir alışverişi vardır;
•Evrenin her tarafına yayılan, hiçbir boşluğa izin vermeyen ve bu tesir
alışverişini nakleden bölünmez, süptil bir akışkan mevcuttur;
•İnsan bedeni mıknatısa benzer kutupsal özellikler sergilemektedir;
•Canlılarda bulunan bu canlısal manyetizma canlı ve cansız varlıklara
aktarılabilir;
•Bu enerji ışık gibi aynalar sayesinde yansıtılabilir, ses aracılığıyla
nakledilebilir;
•İnsan özel yöntemler kullanarak bu enerjiyi kendisinde toplayıp
yoğunlaştırabilir;
•Bazı insanlarda bu enerji daha güçlü ve yoğundur;
•Bazı insanlar bu enerjiye karşı daha hassas ve duyarlıdırlar;
•Canlısal manyetizma, doğal manyetizmden farklıdır;
•Bu manyetik güç pek çok hastalığı iyileştirebilir.
Bugün çok çeşitli isimler
altında uygulanan manyetik şifacılığın bilimsel temellerini Mesmer
atmıştı. Manyetizma günümüzde özellikle Fransa’da yaygın olarak
uygulanan ve çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılan geçerli bir
iyileştirme yöntemidir.
Manyetizma, insandan yayılan manyetik güce hassas olan kimselerin trans
haline sokulmasında da kullanılabilmektedir. Manyetik paslar yoluyla
hiçbir telkin kullanmadan ipnozda elde edilene benzer hatta daha derin
bir trans hali elde edilebilir. Manyetik trans, gerek duyular dışı
yeteneklerin geliştirilmesi, gerekse medyonomik çalışmalarda başarılı
bir biçimde kullanılmaktadır. 1800’lerin ortalarında Kont Wilhelm Von Reichenbach, “odik” güç diye adlandırdığı “alan” üzerinde 30 yılı alan çalışmalar yapmıştır.
Reichenbach ve Od
Reichenbach, 19.yy’ın başlarında
Avrupa’daki bilim çevrelerince yakından tanınır. Meteorlar konusunda tam
bir otoritedir. Creosot’un kaşifi olan Reichenbach’ın bilimsel kredisi
başlangıçta oldukça sarsılmazdır. Fakat dikkatini “od” diye adlandırdığı
şeyin incelenmesine yönelttikten sonra meslektaşlarının öfkeli
saldırılarına maruz kalır. Dostları tarafından bile terk edilir. Çünkü
elde ettiği verilerin çoğu duyular dışı algılama yeteneği olan
“hassas” kişilere dayanmaktadır. Buluşlarının çoğu Mesmer’in
“canlısal manyetizma”sı ile örtüşür.
Reichenbach, her canlıyı kuşatan enerji alanına “od” ismini verir. Ona
göre od, doğadaki her şeyi süptil bir şekilde kaplar ve karşı konulmaz
bir güçle akar.
Reichenbach “magnetod” yani mıknatıslardan yayılan odik güç ile deneyler
yapar.
Mesmer gibi o da birçok kişinin bedenlerinin üzerinden bedenlerine
dokunmaksızın bir mıknatıs geçirildiğinde açık bir şekilde değişik
duyumlar hissettiklerini bulgular. Bazı insanların mıknatısın meydana
getirdiği somut duygulara hassas olduğunu anlar. Hassas insanların
karanlık bir ortamda görsel duyumlar alıp alamayacağını merak eder.
İlk önce kataleptik nöbetler
geçiren bir kızla çalışır. Hiç kimsenin en ufak bir şey göremeyeceği
kadar karanlık olan bir odada mıknatısın kutuplarından yayılan ışığı
görebildiğini keşfeder. Kız ışıktan fazlasını tanımlamıştır; o hareket
eden, kayan bir alevdir. Reichenbach, deneylerine, çoğu mükemmel
derecede sağlıklı başka hassas deneklerle devam eder. Bunların
gözlemleri hep doğrulayıcı nitelikte olur.
Hassas kişilerin karanlıkta kalma süresi uzadıkça ışık giderek güçlenir,
süjeler bir süre sonra mıknatısın oldukça uzağındaki nesneleri ve
kişileri bile ayırt edebilir. Dr. Şefika Karagülle, Reichenbach’ın
mıknatıslarla yaptığı bu deneyleri tekrarlayarak aynı sonuçları
almıştır. Bundan daha sonra söz edeceğiz.
Reichenbach, kristallerin de “od” yaydığını keşfeder ve buna “kristalod”
adını verir. Karartılmış bir odada büyük bir kuartz kristali kullanır.
Günümüzde pek çok şifacı hem mekan temizliğinde hem şifa çalışmalarında
ametist, kuartz gibi kristalleri kullanmaktadır.
Reichenbach da, Mesmer gibi kendi bedeninin de “od” yaydığını keşfeder.
Karanlıkta parmak uçlarından beş - on cm boyunca ışık çıktığını gözler.
Bedeni de sise benzer bir dumanla çevrilidir. Ellerle yapılan şifa
çalışmalarında bu gücün etkili olduğu sonucuna varır. Hassas denekler,
kırmızımsı olan jenital bölgeden mor olan baş bölgesine doğru yükselen
bir renk spektrumunu bildirir. Bu, doğu öğretilerinde sözü edilen ve
hassas kişiler tarafından algılanan ve enerji girdapları olarak
tanımlanan şakraların renklerine karşılık gelmektedir. Reichenbach güneşten (heliod) ve ay’dan da (lunod) “od” geldiğini düşünür. Güneşten gelen “od”un tespiti için deney yapılır. Bulutsuz bir günde, hassas bir denek evin içinde oturup on metrelik bakır telin bir ucunu tutar. Telin diğer ucu açık havadadır. Denek bir güç yayılımını hisseder. Telin dışarıdaki ucuna bakır bir plaka bağlandığında deneğin algıladığı etki artar. Denek kendini keyifli ve neşeli hisseder. Plaka gölgeye alındığı zaman, güneş ışınları eğik düştüğü zaman etki azalır, dik düşerse etki artar.
Wilhelm Reich ve Orgon Enerjisi
Wilhelm Reich
Wilhelm Reich, 1919’da tıp fakültesindeyken, Sigmund Freud’un başı
çektiği radikaller grubuna katılır. Psikoanaliz üzerine meslektaşlarınca
da kabul gören çeşitli makaleler ve kitaplar yazar. Norveç’e ve oradan
da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eder.
Reich, araştırmalarının sonucunda ısı,
elektrik, manyetizma, kinetik enerji, kimyasal enerjiden farklı
olan yeni bir enerji türü bulduğunu öne sürer. Onun keşfettiği süptil
enerji için bulduğu isim “Orgon”dur. Orgon enerjisinin kronik biçimde
bloke olmasının hastalıklara yol açabileceğini ileri sürer. Ki bu görüş
eski doğu öğretilerinde de vardır.
Nevrotik hastalarda, yedi enlemesine kas grubunun kronik gerilim
durumunda bulunduğunu keşfeder. Enteresan olanı ise bu kas gruplarının
bulunduğu bölgelerin yoga sistemindeki şakraların bulunduğu bölgeler
olmasıdır.
Reich’ın yaptığı çalışmalarda
egzersiz ve masaj yoluyla kronik kas spazmları giderildiği zaman, önce
duygusal bir boşalma olur. Daha sonra hasta bedeninin içinde enerji
“akımları” hisseder. Bir süre sonra fiziksel hastalıkların iyileştiğini
tespit eder. Günümüzde buna benzer bir teknik “beden psikoterapisi” adı altında uygulanmaktadır. Psikolojik sorunları olan kişiler, uzman kontrolünde, çeşitli beden hareketleri ve nefes egzersizleriyle hem kas spazmlarını gidermekte hem de sorunlarını dışlaştırarak çok ciddi iyileşmeler elde etmektedirler.
Orgon Akümülatörleri
Reich ayrıca iletken olmayan
izolatör maddelerin güneşte belli bir süre bırakıldıkları takdirde
orgonla şarj olduklarını bulgular. Aşırı nem, gölgede havalandırma, suya
sokma ise onları deşarj eder. Reichenbach’ın keşfettiklerini tekrarlar.
“Organik maddeler orgon enerjisini emer ve depolar” der.
Orgon enerjisini hapsetmenin ve depolamanın yollarını arar ve “orak”
adını verdiği bir kutu geliştirir. Bu kutu, bir metal ve organik
maddeden yapılma iki tabakadan oluşur. Metal ve organik maddeden oluşma
tabakaların sayısını artırarak etkinin güçlendiğini keşfeder. Suyun en iyi orgon emicilerden biri olduğunu anlar. Suyun süptil enerjileri emme kabiliyeti Mesmer ve Reichenbach tarafından da keşfedilmiştir. Dünyanın her tarafındaki ruhsal şifacılar ve dini liderler de.
Reich’tan Sonraki
Deneysel Çalışmalar
Thelma Moss
Dr, Bernard Grad
UCLA Üniversitesinden Thelma Moss, orgon akümülatörü ile deneyler yapar.
Bir orgon akümülatörü, bir de aynı ölçüde tahtadan yapılmış kontrol
kutusu kullanır. Kutuların her birine aynı bitkiden kopartılan 10 yaprak
konur. Yaprakların her gün Kirlian fotoğrafları alınır. 7 gün sonra
orgon kutusundan gelen 10 yapraktan 8 tanesi parlak imgeler üretirken
kontrol kutusundan gelen 3 yaprağın fotoğrafı alınabilir. Orgon
kutusundaki yapraklardan 8 tanesi 15 gün sonra bile Kirlian imgeler
üretirken diğer kutudaki yapraklar solmuş ve ışık görüntüsü
alınamamıştır. Bu bulgu önemlidir çünkü Reich’ın orgon akümülatörlerinin tedavi amaçlı kullanımının mümkün olduğunu göstermektedir. Orgon akümülatörleriyle ilgili bir başka önemli deney serisi ise McGill Üniversitesinden Dr. Bernard Grad tarafından yürütülmüştür. Dikkatli deneysel kontroller kullanarak Dr. Grad kanserli fareler üzerinde orgon akümülatörünün tedavi edici etkilerini denemiştir. Bu çalışmada Orgon tedavisi kanserle ilgili semptomları yatıştırmış ancak hayvanların ömrünü uzatamamıştır.
Canlılardaki Enerji Alanının Fiziksel Yönleriyle İlgili Araştırmalar
Canlı Hücrelerden Yayılan Radyasyonlar
Alexander Gurvitch
Vlail Kaznacheyev
1920'ler ve 30'larda Rus dokubilimci Alexander Gurvitch, tüm canlı
hücrelerin mitogenik radyasyon olarak adlandırdığı görünmez bir
radyasyon ürettiğini duyurur. Bu ışınımlara maruz bırakılan bitki ve
doku kültürlerinde hücre bölünmesinin arttığını gözlemler.
Bu sonuçlar, hedef hücrelerle aktarıcı hücreler birbirinden bir kuartz
parçasıyla ayrıldığında elde edilir. Fakat kuartzın yerine cam ya da
jelatin tabakası konduğunda artmış hücre bölünmesi gözlenmez. Cam ve
jelatinin ultraviyole frekanslarını engellediği bilindiğinden için
Gurvitch, bu mitogenik ışınların ultraviyole dalga boyunda ya da daha
kısa dalga boyunda olduğuna inanır. Diğer bilim adamları da onun
deneylerini tekrarlarlar ancak tutarsız sonuçlar aldıkları için
Gurvitch'in teorileri 1960'ların sonlarına kadar dışlanır.
1967'de Sibirya, Novosibirsk’te çalışan Vlail Kaznacheyev, Simon
Schchurin ve Ludmilla Mikhailova bir dizi deneysel çalışmayı rapor
ettiler. Titiz kontroller altında yürüttükleri 5000'den fazla deney
sonucunda Gurvitch'in ilk çalışmalarını net bir şekilde tekrar etmeyi
başardılar. Farklı hücre kolonileri yalnızca ultraviyole ışınlarının
geçmesine izin verecek biçimde tasarımlanmış kuartz bir duvarla
birbirinden ayrılmışlardı. Hücre kolonilerinden birini öldürmek için
öldürücü radyasyon, kimyasal zehirler, virüsler gibi çeşitli araçlar
kullanıldı.
Her seferinde, kuartzla perdelendiği için hastalık etkeninin bulaşması
mümkün olmayan hücre kolonisi, hastalık bulaştırılan veya öldürülen
diğer hücre kolonisiyle aynı semptomları gösterdi. Kuartzla perdelenmiş
hücrelere bakteri bulaşması olmadığı halde bunların ölmesinin nedeni
ölen veya hastalanan diğer koloni hücrelerinin yaydıkları ışımaydı.
Yaydıkları ışımanın ultraviyole dalga uzunluğundaki elektromanyetik
sinyaller olduğu anlaşıldı.
Bir diğer Sovyet araştırmacısı, Moskova Üniversitesi Biyofizik bölümü
başkanı Dr. Boris Tarusov, yüksek hassasiyette foto-elektrik cihazıyla
elektromanyetik ışınımları keşfetmeye başladı. Bu cihazlar askeriye,
casusluk ve polis tarafından kullanılan ve tam karanlıkta görmek için
kullanılan cihazlara benzer cihazlardı. Aynı zamanda astronomide zayıf
ışıklı yıldızları izlemek için kullanılmaktaydı. Tarusov, bitki
yapraklarından hatta hücrelerden gelen aşırı derecede zayıf iniş çıkışlı
ışık ışınlarını tespit etmeyi başardı.
Bilim yazarları Ostrander ve Schroeder'e göre Tarusov 1972'de çok önemli
bir başarıya imza atmıştı. Onun bulduğu ışık dalgalanmaları (iniş
çıkışları) rastgele değildi ve bitki metabolizmasından daha fazlasıyla
ilgiliydi. Belirli patolojik (hastalıklı) şartların ortaya çıkışıyla
bağlantılı ışık örüntüleri keşfedildi. Örneğin köklerde aşırı su veya
tuzlanmada, gübre eksikliği veya fazlalığında, bir bakteri veya mantar
saldırısı söz konusu olduğunda çeşitli ışık sinyalleri tespit edildi.
Bu ışık sinyalleri, bitki
hakkında, bitkide fiziksel bir hastalığa dair herhangi bir işaret
görülmezden çok önce bilgi veriyordu.
Dr. Harold S. Burr
Sovyet biyoenerji araştırmacısı Dr. Victor Inyushin ve meslektaşları Alma-Ata’daki Kazakistan Devlet Üniversitesi’nde hayvanların ve insanların gözlerinden yayılan Ultraviyole ışınımlarını tespit etmişlerdir. Inyushin bu etkiyi, özel filtreler ve teknikler kullanarak ultraviyole hassasiyetli film üzerine fotoğraflamayı başarmış ve çok net imgeler elde etmiştir.
L- Alanları
Yaşamın elektrodinamik teorisindeki gelişmelerin öncülerinden ikisi de
Yale Üniversitesinde anatomi profesörü olan Harold S. Burr ve
psikiyatrist Leonard J. Ravitz’dir. Bu araştırmacılar hassas aletler
kullanarak elektromanyetik alanların canlı protoplazmanın gelişimi ve
onarımını yönlendirdiğini bulmuşlardır. Yaşam alanı ya da L- alanı (life
field) olarak adlandırılan bu keşif kurbağa bacağı ile yürütülen bir
deneyle belirlenmiştir. L-
alanları, elektromanyetik matrisin (kalıbın) doku ve organların
gelişiminde hayati bir rol oynadığını göstermektedir.
Ravitz aynı zamanda psikiyatrik hastalar üzerinde de araştırma yapmış ve
onların L- alanlarında psikoz dereceleriyle orantılı değişiklikler
bulmuştur. Diğer ölçümler deneklerin duygusal durumları ve ruh halleri
ile bağlantı sergiler gibi görünmektedir.
1948’de yapılan daha ileri bir araştırmada ipnotik trans haline sokulan
bireyler üzerinde ölçümler yapılmıştır. Bu çalışmada denekleri transa
sokan kişi ünlü ipnotizör Dr. Milton Erickson’dur.
L- alanı karakteristikleri ve trans hali ile ilişkili nöromüsküler
değişiklikler arasındaki karşılaştırmalar, Ravitz’e, L- alanı ve trans
derinliği arasında tam bir bağlantı olduğunu göstermiştir. Trans halinin
sona ermesiyle birlikte büyük voltaj değişimleri kaydedilmiştir. Bu
çalışmalar enerji alanlarımızın psikolojimizle ne kadar yoğun bir
ilişkisi olduğunu göstermektedir.
Bu ölçümlerin deri direnci ya da yapay bir elektriksel fenomenden
kaynaklandığı öne sürülebilir. Bununla birlikte Burr ölçümlerinin mümkün
olabildiğince saf voltaj ölçümleri olduğunu ifade etmektedir. Ölçümü
yapılan canlı sistemin bozulmaması için her türlü önlem alınmıştır.
Burr, mikro voltmetrelerinin periferal sinirlerde, kan basıncında, deri
direncinde değişimlerden ve terlemeden etkilenmeyecek biçimde
kullanıldığını ifade eder. Dr. D. H. Wilson ve meslektaşları (Leeds, İngiltere) elektromanyetik alanların doku yenilenmesi ve kemik iyileşmesinde oynadığı rol ile ilgilenmişlerdir. Bir deneyde iki farenin sol ön ayağındaki medyan ulnar siniri genel anestezi altında kesilmiş ve yeniden dikilmiştir. Daha sonra her iki fareden birisine her gün elektromanyetik alan tedavisi uygulanmıştır. Histolojik ve sinir iletimi incelemeleri şunu göstermiştir: Tedavi uygulanmayan farelerin 60 günde gösteremediği iyileşmeyi, tedavi uygulanan fareler 30 günde göstermiştir.
Kirlian
Fotoğrafçılığı
Semyon Kirlian
Bir Yaprağın
Kirlian İmgesi
Aura ve enerji alanı ile ilgili somut araştırmaların en önemlilerinden
birisi “Kirlian Fotoğrafçılığı”dır. Bu teknikte kullanılan aygıta, Rus
mühendis Semyon Kirlian ve eşi Valentina Kirlian tarafından
geliştirildiği için “Kirlian aygıtı” denmektedir.
Bu teknik, yüksek voltajlı,
yüksek frekanslı elektriksel alan içerisine yerleştirilen bir cismin
yüzeyinden yayılan ışıklı korona deşarjının fotoğraflanmasıdır. Bu
tekniğin insan bedeninin enerji alanının tespit edilmesinde çok önemli
bir yeri vardır.
Kirlian aygıtıyla sürdürülen
araştırmalara göre sadece insanların değil, bitki ve hayvanların da bir
enerji alanı olduğu anlaşılır. Bu alanın sağlık ve heyecan hallerine
bağlı olarak ışıma ve renk değişiklikleri gösterdiği saptanır.
Kirlian Fotoğrafçılığı yöntemi günümüzde Rusya’da birçok hastanede
hastalıkları teşhis etmek amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca Batı
ülkelerinde de bu konuda hayli araştırmalar yapılmakta ve birçok alanda
bu teknikten yararlanılmaktadır.
Bu yöntemle tespit edilen enerji
alanına “korona” ismi verilir. Burada fotoğrafı çekilen şey, yetenekli
insanların algılayıp tarif ettikleri anlamda bir “aura” değildir. İnsan
Enerji Alanının fiziğe yakın bir bölümünü temsil etmekle birlikte yine
de kişinin gerek fiziksel sağlığı gerekse psikolojik durumu hakkında çok
açık ve net bazı bilgiler sağlamaktadır.
Ostrander ve Schroeder “Demirperde Ardındaki Psişik Keşifler” isimli
kitaplarında, Kirlian tekniği ile yapraklarda herhangi bir hastalığa ait
fiziksel belirtiler ortaya çıkmadan önce koronada tespit edildiğini
rapor eder.
Ostrander ve Schroeder
kitaplarında, Sovyet şifacı
Albay Alexei Krivorotov hakkındaki bir araştırmadan bahsetmişlerdir:
“Hasta üzerinde bir ısı hissine sebep olduğu anda Krivotorov’un
ellerinde genel parlaklık azaldı ve ellerinde küçük bir bölgede
odaklanmış yoğun bir parlaklık ortaya çıktı. Bu sanki ellerinden akan
enerjiyi lazer gibi odaklayabildiğini gösteriyordu.”
Bu raporlar batılı araştırmacıların ilgisini uyandırır. New Jersey’deki
Newark Mühendislik Kolejinden E. Douglas Dean, Ethel E. De Loach adlı
bir ruhsal şifacıyla benzer deneyler yapar. Dean, bu şifacının
parmaklarını normal haldeyken ve şifa yaptığını düşünürken resimler.
Denek şifa yaptığını düşündüğü her seferinde yayınımlar ve ışıklar çok
daha geniş olmaktadır.
“Ethel bir seferinde şifa yapıyordu. Bana yeşil renkte isteyip
istemediğimi sordu. “Aman Tanrım, evet! Ismarlama üzerine yeşil
yapabileceğini söylemek istiyorsun,” dedim. “Evet,” dedi. Sonra aletleri
hazırladık ve yeşil renkli ışımanın resmini çektik.”
Bir başka deney serisinde UCLA‘dan Dr. Thelma Moss ve ekibi, insanlar ve
bitkiler arasındaki etkileşimleri incelemiştir. Bu araştırmada “yeşil
parmaklı” olduklarını iddia eden şifacılar ile çalışılır.
Yeşil parmaklılar, baktıkları bitkileri coşturma yeteneğine sahip
insanlardır. Her deneyde bir deney bir de kontrol yaprağı kullanılır.
Aynı bitkiden koparılan iki yaprağın, koparıldıktan hemen sonra Kirlian
tekniği ile fotoğrafı çekilir. Sonra her bir yaprak kesilir ve tekrar
fotoğraflanır. Kesme işlemi yaprağın enerji alanının sönükleşmesine
neden olur.
Daha sonra “şifacı” elini 2–3 cm yaklaştırarak deney yaprağının üzerinde
bir süre tutar ve bu yaprak tekrar fotoğraflanır. Yirmi “yeşil parmaklı”
gönüllünün büyük bölümü tedaviden sonra yaprağın parlaklığında artışa
sebep olmayı başarır. Bu yapraklar, herhangi bir işlem yapılmayan
kontrol yapraklarıyla kıyaslandığında haftalarca süreyle daha parlak
kalır!
Moss ve yardımcıları bir başka deneyde “kahverengi parmaklı” olduklarını
ileri süren denekler bulur. Bu kişiler baktıkları bitkilerin
hastalandığını ve öldüğünü söyleyen kimselerdir. Bu deneklerle aynı
deneyler yapıldığında yaprağın etrafındaki koronanın kaybolduğu görülür.
Dr. Olga Worall
Dr. Thelma Moss
Amerika’nın en tanınmış şifacılarından birisi olan Dr. Olga Worrall,
enerji etkileşimleri üzerinde bilinçli kontrol sergileyebilmektedir.
Olga Worrall ile yapılan ilk deneyde yaprağın enerji alanı tamamen yok
olur. Buna oldukça şaşıran araştırmacılar durumu anlatır. Worrall,
resimlere bakar ve yapraklara çok fazla enerji verdiğini bu nedenle
deneyi tekrarlamayı ister. Deney tekrarlanır. Kesilen yaprağa daha az
enerji yükler. Yaprağın parlaklığı artar.
Enerji alanı ya da aura ile ilgili önemli bir kavram da Sovyetlerin
biyolojik plazma kavramıdır. Bu kavram, 1944 yılında fizikçi ve mühendis
olan V. S. Grischenko tarafından ortaya atılmıştır. Kazakistan’ın
Alma-Ata şehrindeki Kirov Devlet Üniversitesinde biyofizikçi olan Dr.
Victor Inyushin ise biyolojik plazma bedenin önde gelen teorik
savunucularından biridir. İnsan bedeninin etrafında olduğu kabul edilen
plazma, maddenin dördüncü hali olarak ele alınır.
Günümüzde pek çok bilim adamı sadece fiziksel bedenden ibaret
olmadığımızı, enerji alanlarından da oluştuğumuzu kabul eder. Bu enerji
alanların varlığını veya organların elektriksel eylemlerini ölçebilen
aletler geliştirilmiştir.
Konstantin Korotkov
GDV cihazı
Rus asıllı fizik mühendisti olan Konstantin Korotkov’un, Kirlian
tekniğinden yola çıkarak geliştirdiği GDV cihazı ile fizik beden,
astral, mantal ve ruhsal bedenlerin enerjetik durumu hakkında oldukça
isabetli sonuçlar alınmaktadır. Organların şu anki sağlık durumları ile
ileriki zamanlarda gösterebileceği sorunlar tespit edilebilmektedir. Şimdilerde süper iletken kuantum girişim aygıtı yardımıyla bedenin çevresindeki elektromanyetik alanları ölçüyorlar. Bunu yaparken cihaz bedene bile değmiyor. New York Üniversitesinden Dr. Samuel Williamson’a göre, SQUID yardımıyla beyin fonksiyonları hakkında, EEG’den bile daha iyi bulgular elde edilmektedir.
Tıp Doktorlarının Enerji Alanı İle İlgili Gözlemleri
Çeşitli Araştırmalar
1911’de, bir tıp doktoru olan Dr. William Kilner, renkli ekranlar ve
filtrelerden görülen İnsan Enerji Alanı üzerine çalışmalarını bir rapor
haline getirmiştir. Kilner’a göre bu “aura” yaşa, cinsiyete, zihinsel
kapasiteye ve sağlığa bağlı olarak herkeste değişiklik gösterir. Belirli
hastalıklar, aurada yamalar ya da düzensizlikler olarak görülür.
Bu şekilde teşhis koyduğu bazı hastalıklar; karaciğer enfeksiyonu,
tümörler, apandisit, epilepsi ve histeri gibi psikolojik bozukluklardır.
1900’lerin ortalarında, Dr. George De La Warr ve Dr. Ruth Drown canlı
hücrelerden yayılan radyasyonu ortaya çıkarmak için yeni cihazlar
geliştirmişlerdir. Radyonik denen bu saptayıcı sistem, hastalığı
biyoenerji yoluyla bulma, teşhis etme ve iyileştirme amacını taşır. Dr. Lawrence Bendit ve Phoebe Bendit, 1930’larda insanın enerji alanı ve sağlık, şifa, ruhsal gelişim gibi konular üzerinde araştırmalar yapmışlardır. Çalışmaları, daha çok bedensel sağlık ve şifanın temelini oluşturan güçlü esiri biçimlendirici kuvvetler hakkında bilgi ve anlayışı geliştirme üzerine yoğunlaşmıştır.
Dr. Valerie Hunt ve
Araştırmaları
UCLA’da görevli bir kinesiyoloji profesörü olan Valerie Hunt 1980’li
yıllarda insan
enerji
alanının varlığını deneysel olarak saptayacak bir teknik geliştirmiştir.
Tıp bilimi zaten, insanların elektromanyetik varlıklar olduğunu uzun
süredir kabul etmiş bulunmaktadır. Valerie Hunt yaptığı laboratuar
ölçümlerinde insanın enerji alanının beyne göre daha erken tepki
verdiğini bulgulamışt��r.
Doktorlar, elektrokardiyograf (EKG) ile kalpten gelen elektrik
akımlarını, Elektroansefalogram (EEG) ile beyinden gelen elektrik
akımlarını ölçerler. Hunt, kasların elektriksel eylemlerini ölçen bir
araç olan elektromiyografın (EMG) aynı zamanda insanın enerji alanının
varlığını da algılayabildiğini keşfeder.
Dans ederken kendi enerji alanından yararlanmakta olduğunu söyleyen bir
dansözle karşılaştıktan sonra insan enerji alanıyla ilgilenmeye başlar.
Önce dans eden kişilerin kaslarındaki elektriksel eylemlerini ölçer.
Daha sonra Ruhsal şifa yaptığını söyleyen insanların, tedavi sırasında
kaslardaki elektriksel eylemler üzerinde oluşturmakta oldukları
iyileştirici etkiyi bu yolla inceler.
Giderek, insan enerji alanını görebilen bireyleri de araştırmasının
kapsamına alır. Beyindeki elektriksel eylemlerin olağan frekansı
saniyede 0 ile 100 cps (saniyedeki çevrim sayısı) arasında değişmekte ve
bu eylemlerin çoğu 0 ile 30 cps arasında yer almaktadır. Kas frekansı
ise 225 cps’ye kadar çıkar ve kalpte 250 cps’yi bulur. Hunt bunlara ek
olarak elektromiyografın elektrotlarının, bedenden yayılan başka bir
enerji alanını da kayıtlayabildiğini keşfeder.
Bu enerji alanı geleneksel olarak kabul edilen beden elektriklerinden
daha süptildir ve daha az bir genliğe sahip olmakla birlikte,
frekansları 100 ile 1600 cps arasında değişir. Bu alanın beyinden,
kalpten ya da kaslardan yayılmadığını saptar. Alandaki elektriksel
etkinin en güçlü olduğu yerlerin şakralara karşılık gelen bölgeler
olduğunu tespit eder.
Hunt ayrıca aura gören bir kimse, enerji alanında belirli bir renk
gördüğünde elektromiyografın hep belirli bir frekans örneğini
algılamakta olduğunu da keşfetmiş ve artık bu rengi tanır olmuştur.
Hatta deneylerinden birinde, birbirleriyle aynı görüşte olup
olmadıklarını anında anlayabilmek için sekiz aura okuyucusunu
osiloskopla denetler. “Bunların hepsinin söylediği de tümüyle aynıydı.”
der. Hunt’un en şaşırtıcı buluşlarından birisi de, bir kimsenin yetenek ve becerilerinin, enerji alanında bulunan belirli frekanslarla ilişkili olduğudur. Bir kişinin şuurunun başlıca odağı maddi dünya ise, enerji alanı frekansları daha düşük olma eğiliminde olup 25 cps dolaylarındadır. Öte yandan, psişik ya da şifacı nitelikler taşıyan bireylerin frekansları 400 ile 800 cps arasında değişmektedir. Transa girebilen ve görünüşe göre, diğer bilgi kaynaklarına kanal olabilen kişiler bu frekansları tümüyle aşmakta ve 800 ile 900 cps arasındaki dar bir bant üzerinde çalışmaktadırlar.
Dr. Şefika Karagülle ve Çalışmaları
Shafica
Karagulla MD
Dora Kunz
1950’li yıllardan itibaren enerji alanını ciddiyetle inceleyen tıp
uzmanlarından birisi de nörolog ve psikiyatrist Şefika Karagülle’dir.
Karagülle tıp doktorluğu ve operatörlük tahsilini Lübnan’da, Beyrut’daki
Amerikan Üniversitesinde; psikiyatri eğitimini de, İngiltere’deki Royal
Edinburg Zihinsel ve Sinirsel Hastalıklar Hastanesinde, ünlü
psikiyatrist Prof. Sir David K. Henderson’la birlikte yapmıştır. Ayrıca
bellek üzerinde çok önemli araştırmalar yapan Kanadalı ünlü sinir
operatörü Wilder Penfield’in araştırmalarında yardımcı olarak üç buçuk
yıl çalışmıştır.
Karagülle işe bir şüpheci olarak başlar. Aurayı görebilen pek çok
bireyle karşılaştıktan ve bunların gördüklerine dayanarak son derece
isabetli hastalık teşhisleri yaptıklarını gördükten sonra bu yeteneği
kabul etmek zorunda kalır ve bu konuyu incelemeye karar verir.
Karagülle, insan enerji alanını
görme yeteneğine (higher sense perception)
“yüksek duyum algılaması” = YDA
adını verir. 1960’da tıp uzmanları içinde böyle bir yetiye sahip
bireyler bulunup bulunmadığını araştırmaya koyulur. Bu yeteneğe sahip
olduğu söylenen doktorlar önceleri onunla konuşmayı reddeder. Karagülle,
kendisini reddeden ve bu tip yeteneği olduğu bilinen bir doktordan hasta
olarak randevu alır.
Doktorun muayenehanesine gittiğinde, kendisini fiziksel bir muayeneden
geçirmemesini, yüksek duyum algılamasını kullanmasını rica eder. Köşeye
sıkıştırılmış olduğunu gören doktor sonunda buna razı olur.
“Pekala, olduğunuz yerde kalın ve bana hiçbir şey söylemeyin” dedikten
sonra onu süzer ve sağlığı konusunda, ileride operasyon gerektirecek bir
hastalıkla ilgili bilgiler verir. Karagülle de kendisine gizliden
gizliye bu teşhisi zaten koymuştur. Karagülle, “Söylediği her şey
ayrıntılarına varıncaya dek doğruydu.” demektedir.
Karagülle, benzer yeteneklere sahip birçok doktorla konuşmuş ve bu
konuşmalarının sonuçlarını Breakthrough to Creativity “yaratıcılığa
doğru atılım” adlı kitabında anlatmıştır. Bu doktorların çoğu, benzer
yeteneklere sahip olan başka bireylerin varlığından habersizdir.
Kendilerini tek başlarına ve bu anlamda garip varlıklar olarak
görmektedirler. Bununla birlikte hepsi de değişmez bir biçimde bedenin
çevresinde ve bedenin tümüne sinmiş bir “enerji alanı” ya da “hareketli
bir frekans ağı” görmekte olduklarından söz etmişlerdir.
Bu doktorlardan bazıları şakraları da görür, ancak bu terimden habersiz
oldukları için bunları, “belkemiği boyunca belirli yerlerde bulunan ve
endokrin sistemi etkilemekte olan enerji girdapları” olarak tanımlar.
Meslekî ünlerine zarar vermemek için bu yeteneklerini bir sır gibi
saklar.
Karagülle kitabında, onlardan takma adlarıyla söz etmekte, ancak
aralarında ünlü cerrahlar, Cornell Üniversitesi tıp profesörleri, büyük
hastanelerden bölüm başkanları ve Mayo Klinik’in doktorları bulunduğunu
da belirtmektedir. “Bunlardan çoğu bu yetenekleri konusunda biraz
rahatsızlık duyuyor, ancak yararlı gördükleri için hastalık
teşhislerinde kullanıyorlar” demektedir.
Dr. Karagülle yukarıda söz ettiğimiz “yaratıcılığa doğru atılım”da Diane
takma adını verdiği olağanüstü yetenekli bir durugörürden söz eder.
Ölümünden sonra yayınlanan son kitabı “The Chakras and the Human Energy
Fields”, “Şakralar ve İnsan Enerji Alanı” adlı eserinde bu durugörürün
Dora Kunz olduğunu açıklar.
Dora Kunz olağanüstü bir
durugörü yeteneğine sahip bir bayandır. Dr. Karagülle Dora Kunz’la çok
fazla sayıda ve etkileyici deneyler yapmıştır. Bu çalışmalar çok
orijinal ve otantik çalışmalardır. Dora Kunz’un hastalıklar ve organlar
hakkında sıradan insanların bilebileceğinden öte hiçbir tıbbi bilgisi
yoktur. Buna rağmen onun enerji alanlarını yorumlayarak yaptığı
teşhisler tıbbi teşhisler ile örtüşür. Enerji alanının yanı sıra sanki
bir röntgen cihazı gibi iç organların durumunu da açıkça
görebilmektedir.
Dr. Karagülle ile yaptıkları bir
deneyde bir hastanın beyninin bir kısmının olmadığını görmüş ve böyle
bir şeyin mümkün olamayacağını düşündüğü için yanıldığını zannetmiştir.
Oysa gerçekten de hastanın geçirdiği bir rahatsızlıktan dolayı beyninin
bir kısmı alınmıştı.
Dora Kunz’un tanımladığı insan enerji alanı,
fiziksel bedenin hem dışında hem de içinde ona nüfuz etmiş bir
şekilde parlayıp sönen bir ışık ağı biçimindedir. Bu enerji bedeni yoğun
fiziksel bedenin sınırlarını aşmakta ve yaklaşık olarak 5 santimetrelik
bir mesafeye yayılmaktadır. Kunz, fizik bedendeki herhangi bir
hastalığın öncelikle bu enerji bedende belirdiğini, hastalık ortaya
çıktıktan sonra da enerji alanındaki bozukluğun devam ettiğini söyler.
Kunz, bu enerji beden içerisinde
8 adet büyük güç girdabı ve birkaç küçük girdap tanımlar. Bunlar
şakralara karşılık gelmektedir. Kunz’a göre enerji, spiral koniler
biçiminde bu girdaplardan içeri ve dışarı hareket etmektedir. Bu büyük
girdaplardan yedi tanesi bedenin salgı bezleriyle direk ilişkilidir.
Kunz onları fizik bedendeki hastalıklarla da ilişkilendirir.
Bu girdapların beş tanesi omurga boyunca yerleşmişti. Bedenin sol
yanında, dalak ve pankreas bölgesinde yerleşmiş bir başka girdap daha
vardı. Diğer iki büyük girdabın birisi alında diğeri başın üstünde
yerleşmişti. Kunz’un özellikle doğu literatürlerinde söz edilen ve
kendisinden önce başka durugörürler tarafından da saptanmış olan enerji
merkezleri yani şakralar hakkında son derece tutarlı gözlemleri
olmuştur.
Dr. Karagülle, Kunz ile yaptığı deneylere ilk önce sağlıklı kişiler
üzerinde gözlem yaparak başlar. Bu gözlemler, hastalık durumuyla
kıyaslamak için bir temel teşkil edecektir. Kunz gün be gün sağlıklı
kişiler hakkında raporlar vererek onların enerji bedenleri, şakraları,
fiziksel organları, salgı bezleri, sinirleri ve dokuları hakkında
tanımlamalar yapar.
Karagülle Kunz’la yaptığı ilk deneylerden birisini kendi ifadeleriyle
şöyle anlatıyor:
“Bir bayan arkadaşım ve eşi sağlıklı kişileri değerlendirme programımıza
kobay olarak katılmaya razı oldu. İlk değerlendirmede Dora, onları çok
sağlıklı gördüğünü söyledi. Bir yıl sonra bir gün eşlerden erkek olanı
bana uğradı ve ben de Diane’den onu bir kez daha muayene etmesini
istedim.
Diane muayene ettiği kişinin yanında her şeyi anlatmakta tereddüt
ediyordu. Bana bunu işaret etti ve değerlendirmesinin geri kalanını o
gittikten sonra anlattı. Enerji bedeninde bir yıl önce olmayan yarıklar
ve bozukluklar olduğunu söyledi. Bu durumu tarif etti ve bunun bir ya da
bir buçuk yıl içerisinde çok ciddi bir fiziksel rahatsızlığa yol
açacağını ve kalçalarının kötü bir duruma geleceğini söyledi.
Diane’ın gözlemlerinin bir hastalığın başlangıcını öngörme hakkında bile
oldukça isabetli olduğunu anlamaya başlamıştım. Bu durumu eşine
anlattım. Tıp açısından kendisine söyleyebileceğimiz herhangi bir şey
olmadığı için bu durumu kocasına anlatmamaya karar verdik. Onları,
yıllardır yapmayı planladıkları dünya seyahatine çıkmaları için teşvik
ettim. Eğer Diane’in söyledikleri doğru çıkarsa hiç değilse sağlıklı
olduğu zamanı iyi geçirmelerini istiyordum. Gerçekten de adamda 18 ay
içerisinde giderek kötüleşen Parkinson hastalığı ortaya çıktı ve kötü
duruma gelen kalçaları sebebiyle bir operasyon için hastaneye yatmak
zorunda kaldı.
Diane bu durumun bir prekognisyon (önceden bilme) olmadığını söylüyordu.
Çünkü enerji alanı hastalığın fizik bedende ortaya çıkmasından aylar
önce durumu açıkça göstermekteydi. Çalışmalarımızın devamında Diane,
birçok kez enerji alanında gördükleriyle bir hastalığın ortaya çıkışını
ya da bir hastalığın gelişimine ait işaretleri önceden tahmin etmiştir.
O daima bu enerji örüntüsünün her noktada fiziksel bedenle yakından
ilişkili olduğunu tanımlamıştır.”
Dr. Karagülle çok sayıda sağl����klı bireyi gözlemledikten sonra artık
hasta kişilerin enerji alanlarını incelemeye karar verir ve bu
gözlemleri iki kategoride yürütür.
Birinci grup tıbbi geçmişlerini
iyi bildiği kişilerden oluşur. İkinci grup hakkında hiçbir şey bilmediği
hastalardır. İkinci gruptakilerin kayıtlarını daha sonra inceleyerek
sonuçları değerlendirecektir. Bu yöntemin sebebi Kunz’un kendisinin
zihnini okuma olasılığını ortadan kaldırmak istemesidir.
Bir hastanenin endokrinoloji bölümüne gidip oradaki bekleme odasında
bulunan hastalar üzerinde gözlemler yapılır. Dr. Karagülle rastgele
birisini seçer ve hastaların hiçbir şeyden haberi olmaz. Kunz’un
gözleminden sonra Karagülle seçtikleri hastanın tıbbi raporlarını
inceler ve her seferinde hayrete düşer. Karagülle, Reichenbach’ın çalışmalarını incelediği sıralarda bir gün, Dora Kunz’a kristallerin ya da mıknatısların etrafında herhangi bir şey görüp görmediğini sorar. Kunz buna biraz şaşırarak her şeyin etrafında bir güç alanı olduğunu söyleyerek cevap verir. Onun için bu alanları görmek bir çiçeğin renklerini görmek kadar normaldir.
Mıknatıs Deneyleri
İlk deneyde Karagülle kutupları işaretlenmemiş bir mıknatısla gelir.
Kunz hemen kuzey ve güney kutuplarının hangisi olduğunu söyler. Bunu
nasıl anladığı sorulunca “kuzey kutup her zaman mavi, güney kutup her
zaman kırmızımsı bir renk yayar” diyerek cevap verir. İkinci deneyde Karagülle, işaretlenmemiş bir mıknatıs alır ve kutuplarından birisini sağ elinin avuç içine doğru yaklaştırır ve Kunz’a ne gördüğünü sorar. Kunz avuç içine doğru kırmızımsı bir sis gördüğünü söyler. Bu, mıknatısın güney kutbu olduğunu gösterir.
Diğer
Araştırmacılar
New York Üniversitesi, yüksek hemşire okulu profesörlerinden Dr. Dolores
Krieger, tanınmış bir Macar şifacı olan Oscar Estebany’nin yeteneklerini
inceledikten sonra insan enerji alanıyla ilgilenmeye başlamıştır.
Krieger, Estebany’nin, yalnızca enerji alanlarını düzenlemek suretiyle
hastaların hemoglobin düzeylerini yükseltebildiğini görünce, söz konusu
gizemli enerjiler hakkında daha çok bilgi edinmeye çalışmıştır. Prana,
şakralar ve aura konularında yoğun bir çalışmaya girişmiş, sonunda az
önce söz ettiğimiz Dora Kunz’un öğrencisi olmuştur. Kunz’un
rehberliğinde insan enerji alanındaki tıkanmaları nasıl
hissedebileceğini ve elleriyle bu alanı düzenleyerek hastaları nasıl
iyileştirebileceğini öğrenmiştir.
Dolores Krieger
Dr. John Pierrakos
Krieger, Kunz’un tekniklerinin dev bir tıbbi potansiyele sahip olduğunun
farkına varınca, öğrendiklerini başkalarına da öğretmeye karar
vermiştir. Aura ve şakra gibi terimlerin birçok sağlık uzmanında olumsuz
çağrışımlar yapacağını bildiği için kendi iyileştirme yöntemine “Terapötik
Temas” adını verir. Terapötik Temas tekniğini öğrettiği ilk sınıf New
York Üniversitesi’nde master düzeyindeki hemşireler olmuştur.
Kurs ve öğretilen teknik o denli başarılı olmuştur ki Krieger o zamandan
beri, terapötik temas tekniğini binlerce hemşireye öğretmiştir ve bu
teknik artık dünyanın pek çok ülkesindeki hastanelerde kullanılmaktadır.
Dr. John Pierrakos, insan enerji alanının görsel ve sarkaçlarla ölçüm
gözlemlerine dayanan yeni bir psikolojik rahatsızlık teşhis ve tedavi
sistemi geliştirmiştir. Enerji bedenleri gözlemlerinden aldığı bilgi,
Bio-Energetics’de geliştirilen psikoterapatik metotlarla ve Eva
Pierrakos tarafından geliştirilmiş kavramsal çalışmayla uyum
göstermektedir. Öz Enerjetiği (Core Energetics) diye adlandırılan bu
süreç, vücut içerisindeki blokları kaldırarak, tüm seviyelerde uyumlu
bir iyileştirmeyi sağlayacak dengeyi kurmaya çalışır. Japonya’da Hiroshi Motoyama, uzun yıllar yoga çalışmış insanlardan çıkan zayıf ışığı ölçmeyi başarmıştır. Bunu, karanlık bir odada düşük ışık düzeyli bir kamera yardımıyla yapmıştır.
Sonuç:
Her yeni keşfin savunanları ve ona karşı duranları her çağda
olagelmiştir. İnsana alışageldiği değer ve sistemleri değiştirme fikri
zor gelir. Zorluk tüm sistemi de değiştirmeyi gerektirebilir ki bu pek
çok kişi ve grubun işine gelmez. Ama ne kadar direnirsek direnelim,
tarihsel süreç insanlığın bakışını daima değiştirir. Bu nedenle
değişmeye başlayan tıp otoritelerinin bakışı daha da değişecek ve eninde
sonunda tarihsel süreçlerin gerisinde kalamayıp insan enerji alanını da
tıp eğitimine dahil edecektir.
Gerçeğin peşinde koşmayı ilke edinen öncül bilim adamları yeniçağın tıp,
sağlık ve şifa anlayışını oluşturmakta ve oluşturacaktır. Nitekim
1900’lü yıllardan beri insan enerji alanı üzerinde pek çok bilim adamı
çalışmış ve çalışmaktadır.
Eğer İnsan Enerji Alanını, insan
bedeninden yayılan tüm alanlar ya da emanasyonlar olarak tanımlarsak,
İnsan Enerji Alanının birçok bilinen bölümünün laboratuar ortamında
ölçülmüş olduğunu görürüz. Bunlar İnsan Enerji Alanının elektrostatik,
manyetik, elektromanyetik, sonik, termal ve görsel kısımlarıdır. Tüm bu
ölçümler, vücudun normal fizyolojik işlemleri ile uyum gösterir ve
bunların ötesinde psikosomatik işlevler için de bir araç sağlar.
Şüphesiz ki bu alandaki
çalışmalar sürmektedir. Muhtemelen önümüzdeki yüzyılın tedavi sistemi
sadece fizik bedene yönelik olmayacaktır. Tıp biliminin insan enerji
alanları üzerinde teşhis ve tedavi yöntemleri geliştirmesi
kaçınılmazdır. Çünkü bu alanlarla ilgili çalışmalar başlamıştır ve bu
çalışmalar durdurulamaz. İhtiyaçlar insan şuurunun yaratıcılığını
tetikler. Şifa ihtiyacı da bu alandaki tetikleyici olmaktadır ve
olacaktır. Dr. Leonid L. Vasiliev uzunca bir süre gizli tuttuktan sonra nihayet 1962’de bastırabildiği ‘Experiments in Mental Suggestion’ isimli eserinde şunları yazmaktadır: “Ben elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Başkaları bırakın daha iyisini yapsınlar.” İşte bilimsel bir meydan okuma…
Yararlanılan
Kaynaklar:
Olağanüstü Parapsişik Araştırmalar, Ruh ve Madde Yayınları, Ostrander-Schroeder Şakralar ve Enerji Alanları, Ege Meta Yayınları, Karagülle – Kunz O
Işığın Elleri, Meta Yayınları, Barbara Ann Brennan
Işığın Doğuşu, Meta Yayınları, Barbara Ann Brennan
Holografik Evren, Ruh ve Madde Yayınları, Michael Talbot
Çeşitli Web Siteleri |
|||||||||||||||||||||||||||||||